Güzel Atlar Ülkesi...


Kapadokya... Pers dilinde "Güzel Atlar Ülkesi" manasını taşıyormuş, bu toprakların adı...  Henüz yola çıkmadan okudum bunu ve daha o dakika, daha evvel yalnızca geçip gittiğim o toprakları tekrar görmek, biraz soluklanmak  için can atmaya başladım...

Seyahat öncesi gideceğim yerle, oranın insanlarıyla, kültürüyle ilgili şeyler okumayı seviyorum. Kapadokya gezisini planlarken, 1,5 günlük dar vaktimize neleri sığdırmamız gerektirdiğini araştırırken bloglar keşfettim, başka seyahat planlarının kapısını açtım, memleketin güzelliğine, tarihine bir kez daha şaştım kaldım. Ve çok güzel bir kitap okudum: Gürsel Korat’ın  Taş Kapıdan Taçkapıya Kapadokya kitabı, bölgeyi gezmeden önce okunacaklar sırasının baş köşesinde...

Okudum, notlar aldım, nerelere gidilecek, neler görülecek listeledim, arkadaşlarımla konuştum ve biletleri aldık; yola çıktık. Sabah 6 uçağına yetişmek için, henüz hava aydınlanmamışken, ıslak bir İstanbul sabahında yollara düştük. Kayseri’ye inip daha önceden ayarladığımız kiralık arabaya yerleştiğimizde aslında bir hayli yorgunduk:)

Hiç durmadan yol aldık... Güzel Atlar Ülkesi’ne doğru... Frank Sinatra çalıyordu arabada, sonra tabelaları izlerken nedense Kırşehir düştü aklımıza, Neşet Ertaş dinlemeye başladık... Türkülerin naifliğinden başkası yetmiyor  galiba bu toprakların güzelliğini anlatmaya...

İlk hedefimiz, 4000 yıllık bir yer altı şehriydi; Derinkuyu Yeraltı Şehri. Yerin 55 metre altında,  geçitlerle dolu bir taş kent. Mezarlar, yemek bölümleri, kuyu... Karanlık ve oldukça dar geçitlerden geçip ayakta durabileceğimiz bir alanda durup şarap yapılan, yiyecek saklanan bölümlere bakarken; 4000 yıl önce burada kimler vardı, neler düşünüyor, neler hissediyorlardı acaba, diye düşündüm...

Yılların ve yolların yorgunluğu,  izleri gözkapaklarımızda Ihlara Vadisi’ne vardık. Tepeden vadiye bakarken, aklım uçup gidecek sandım; Yarabbim, bu nasıl bir güzellik... Dağ, taş, ağaçlar, ırmak... Doğanın göğsünde kaybolmak  istiyor insan... Vadi içinde uzun bir yürüyüş yaptık.  Sessizlik ve sadece doğanın hakimiyeti... İnsan elinin o az değmişliği... Nasıl da kıymetli, nasıl da güzel... 
Ihlara Vadisi...

Yürüdük, dağlar, tepeler aştık:) Irmak içinde, evet ırmak içinde, bir köşede bir bardak çay içtik. Ördekler arasında bisküvi kemirdik, nefes aldık... Ve Ihlara Vadisi’ne, doğanın o muazzam köşesine, hayran kaldık:)

Ihlara Vadisi yürüyüşünün tatlı yorgunluğu da eklenince halimize Göreme’de kalacağımız otele doğru yol almaya başladık. Hiç aklımızda yokken, kahverengi bir tabela daha aklımızı çeldi, Krater Gölü’nde de bir parça soluklandık.

Göreme’de bir mağara otelde kaldık. Kandillerle aydınlatılan, taş bir odada. Peribacaları arasında, öyle güzel, öyle etkileyici bir yerdi ki... Otele eşyalarımızı bıraktık, üstümüzü değiştirdik ve açlıktan ölmek üzere olan bünyelerimizi toparlamak için Göreme’yi turlamaya çıktık. Birkaç tavsiye de aldıktan sonra şık bir yere meşhur testi kebabını denemeye gittik. Benim kuzu etiyle aram pek iyi olmadığından cesaret edemedim ama arkadaşlarımınkinden tadınca pişman oldum. Yolunuz düşerse, testi içinde gelen kababı mutlaka deneyin:)

Yemek sonrası, ver elini Ürgüp... Taş sokakları , eski evleri ve dokusuyla insanı oldukça etkileyen, küçücük bir yer... Birazcık yürüyüş sonrası kahve içmeyi planladığımız mekanda yer olmayınca, yakınlarındaki, “meşhur” Asmalı Konak’ı gezdik... Dizinin o kocaman konağı hiç de öyle heybetli değilmiş aslında... Yine de güzel; avlusu ve manzarasıyla sahiden güzel:)
Ürgüp...


Gece Göreme’de taş bir binada, ateş başında bir şeyler içerek sonlandı... Ardından, taş odada birkaç saatlik uykuya daldık...

Ve sabah... Hatta hala gece... 4.30 gibi uyandık... Çünkü buraya kadar gelmişken, mutlaka yapılacak bir şey daha vardı: Balona binmek:) Balon organizasyonunu da gitmeden haftalar önce İstanbul’dan yapmıştım; bir arkadaşımın tavsiyesi ile İstanbul Balloon'dan rezervasyon yaptırdım; birlikte uçtuğumuz Yasin Kaptan hem rezervasyon aşamasında hem de gezimiz boyunca öyle çok ilgilendi, her şeyde yardımcı oldu ki şimdi gidecek herkese kendisinin telefonunu veriyorum:)

Bizi otelden aldılar, balona binecek herkesle birlikte çay-simit kahvaltı ettik ve balona bineceğimiz yere gittik. Sabah saatlerinde yüzlerce balon var Göreme’de ve her şirketin belli bir alanı. Biz balonumuzun yanına vardığımızda yalnızca kocaman bir sepet ve devasa bir bez vardı yerde... Sonra yavaş yavaş şişirmeye başladılar; anbean izledik balonun ateşle, havayla dik durmaya başlamasını... 
Yüzlerce balon, gökyüzünde, Kapadokya'da...

Güneş daha yüzünü gösterme lütfunda bulunmadan, balon yolculuğumuz başlıyordu işte! Yavaş yavaş yükselmeye başladık... Güneş de peşimiz sıra geliyordu ve ne muazzam, ne büyüleyici bir manzaraydı; ve nasıl unutulmaz bir deneyim... Ayaklarınız yerden kesilmişken, bir sepetin içinde ayakta, neredeyse 1000m yükseklikten aşağı bakarken; insan şaşıp kalıyor gördüklerine... 
Gölgemiz düşüyordu yeryüzüne...

Karşısındaki muazzam tabloya, doğanın ve varoluşun o eşşsiz güzelliğine... Gökyüzündeki yüzlerce balondan birindeydik, güneş doğuyordu ve Güzel Atlar Ülkesi  olanca ihtişamıyla karşımızdaydı... Hayatımdaki en güzel sabahlardan biriydi:)

Bir saatlik bu heyecanlı, etkileyici ve unutulmaz geziden sonra otelimize döndük, kahvaltımızı yaptık ve eşyalarımızı toplayarak otelden ayrıldık. Yine yollara düştük:)

İlk durak, Göreme Açıkhava Müzesi. Kayalara oyulmuş kiliseler, şapeller; ve geride kalan inancın ve hayatın izleri... Kiliselere girdik, yaşam alanlarını gezdik, taşlar arasında tırmandık, indik, yürüdük... Toz toprak içinde ayrıldık Göreme Açıkhava Müzesi’nden:)


Paşabağı’na vardık...Bölgede,  Peribacalarının  en yakından ve net görülebildiği yer burası sanırım. Peribacaları arasından keyifli bir yürüyüş günümüzü daha da güzelleştirdi:)

Ardından Uçhisar Kalesi... Uçhisarın taş sokaklarından varıp kalenin eteklerine geldiğimizde farkettik aslında zorlu bir tırmanışın bizi beklediğini; ama yılmadık, tırmandık:) Uçhisar Kalesi’nin bayrak direğinin dibinde oturup aşağıda uzanan Kapadokya’ya baktık... Her yer geçmişin izlerini taşıyordu... Bir masal dünyası adeta oralar...

Ve günün son tarihi yeri: Zelve. Zelve de bir açıkhava müzesi aslında. Yine kayalara oyulmuş kiliseler, şapeller ve uzun, dik bir yürüyüş parkuru... Ve bir de eski şehirlerde ilk kez rastladığımız, 1954 yılına kadar kullanılmış kayalara oyulmuş bir camii... Yine bizi kendine hayran bırakan yapılar, geçmişin ihtişamı ve büyüsü...

Hayranlıkla ve yorgunlukla Zelve’den ayrılıp Avanos’a varıyoruz. Kızılırmak kıyısında oturup balık yiyoruz. Birazcık dinleniyoruz. Avanos içinde dolaşıyoruz; çömlekçilere uğruyoruz. Her yerde el emeği, her yerde tarih ve insan... Bu toprakların her bir yanında ayrı bir hikaye var sanki...

Gördüklerimden başım dönmüş bir halde ayrıldım Kapadokya’dan...

Kayseri’ye geri döndük ve bu yolculuğun vesilesi olan çok sevdiğim arkadaşlarım Murat ile Büşra’nın düğününe katıldık:)
Murat ile Büşra... Hep mutlu olsunlar inşallah:)

Onlar erdi muratlarına, biz çıkalım kerevetine:)
 

Ve gökten düşen o üç elmanın biri bana bu gezide eşlik eden canımıniçi Gül’e, diğeri  iki gün boyunca yüzlerce kilometre yol yapan güzel arkadaşım Ekrem’e, sonuncusu da yıllarca o topraklarda yaşamış, güzel izler bırakmış tüm insanların ruhuna gitsin....

Yorumlar

  1. Muhteşem bir yazı ,yakında orada olacağım. Onerebileceginiz kalmak içn bir yer varmi ?

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

İki Yıl

Çocukluk

Osman ve Yeniden Kitap Kulübü