Kayıtlar

2011 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Tehlikeli İlişkiler...

Geçen sezon bilet bulamayıp gidemediğim, izlemek için fırsat kolladığım oyunlardan birini nihayet geçen hafta izleyebildim:) İstanbul Şehir Tiyatroları yorumuyla Tehlikeli İlişkiler ! Tehlikeli İlişkiler, Choderlos de Laclos’nun 1782’de yayınlanan “Tehlikeli İlişkiler” (Les Liaisons Dangereuses / Dangerous Liaisons) romanından uyarlanmış bir oyun. Daha evvel pek çok kez sinemaya ve tiyatroya uyarlanmış bu metnin, yazıldıktan yüzyıllar sonra bile sahneleniyor, izleniyor olması hikâyesinin ve karakterlerinin gücüyle açıklanabilir sanırım! Oyunun iki ana karakteri Markiz de Merteuil ve Vikont de Valmont’ı Şebnem Köstem ve Levent Üzümcü canlandırıyor. Ve harikalar yaratıyorlar demek yerinde olur bence:) Vikont de Valmont , laf cambazlığı ve zekice oyunlarla aristokrat kadınları kendine aşık eden, elde ettiği kadınlarla dilden dile yayılan bir şöhretiyle gurur duyan bir erkek. Ve Markiz de Merteuil , arzulanan, erkekleri kendine âşık eden ve onları kullanan bir kadın. İşte bu tehlikeli iki

Zaman Zaman...

* Neredeyse yataktan kazımıştım bedenimi, hayatta tek ihtiyacım olan şey biraz daha uyumaktı sanki ve o an uyumak imkânsızdı. Yapılacak, yetişilecek ne çok şey vardı! Kalktım, hızlıca hazırlandım, koşturdum. İş için ofis dışında, uzak bir yere gidecektim. Ama önce ofise, sonra oradan servisle uzaklara… ‘İyi’ dedim ‘Yolda uyumaya devam ederim.’ Trafiğe takıldım, servisi kaçırdım. Suratıma yerleşen memnuniyetsizlik soğukta öylece donakaldı. Bir taksiye bindim. Yolu tarif edemedim. Taksicinin insafına bırakıp yolları, yapılacakları düşünmeye başladım ve cebimdeki parayı. Bir yerde durup para çekmem lazımdı. Geç kalıyordum. Yollarda çalışma, kaza, trafik her şey vardı. Dolanıyorduk ve cebimde para yoktu. Ve yetişemediğim bir sürü şey kafamın içinde… Uyumak istiyordum, bir köşede yalnız kalıp kitap okumak… Olmuyordu ama, parçalanamıyorum ki… Yetemiyorum ki… Ağlamaya başladım. Sabahın köründe, İstanbul’un uzak köşelerinden birinde taksinin arka koltuğunda ağlıyordum ki mezarlığın yanından ge

Oradan Buradan...

Yine ‘Bunu yazayım mutlaka!’ diye cebime attığım şeyler koşturmaca arasında akıp gitmekte, en iyisi o ‘en rahat zaman’ı beklemekten vazgeçeyim de yazayım dedim, kısa kısa :) * Ah Muhsin Ünlü… Yine yapmış yapacağını:) Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikayesi . Bir Onur Ünlü filmi. Polis’i izledikten sonra tekrar film çekse de izlesek dediğim adamın yeni hikayesi. Bir kara komedi. Çok güçlü bir oyuncu kadrosu var. Selçuk Yöntem, Türkü Turan, Ezgi Mola, Bülent Emin Yarar, Engin Hepileri… İnsanın kötü halleri, aile güzellemeleri üzerine eğlendirici, etkileyici ve kesinlikle düşündürücü bir film Celal Tan ve Ailesinin Aşırı Acıklı Hikâyesi. Bence farklı bir şeyler izlemek istiyorsanız, hala vizyondayken, mutlaka izleyin derim:) * Toplum Gönüllüleri Vakfı (TOG) yararına gerçekleştirilen bir projeyi gezdim geçtiğimiz cumartesi günü. 12 Ünlüden 12 Ev projesinde 12 ünlü isim 12 mimarla birlikte Trumph Towers’ta konsept evler tasarlamışlar. Hülya Avşar, Acun Ilıcalı, Ümit Boyner, Türkan

Dedemin İnsanları...

Fragmanını izlediğimde mutlaka görmeliyim demiştim. Vizyon tarihini not etmiş beklemedeyken blogger gösterimi için davet aldım ve koşarak gittim geçtiğimiz haftaki özel gösterime:) Aslında filmden çıkar çıkmaz bir şeyler yazmak istiyordum üzerine ama biraz demlemek istedim filmden bende kalanı… Dedemin İnsanları’nda Çağan Irmak yine sıcacık bir hikâye anlatıyor. Tarihe, siyasete, bu topraklarda yaşananlara dokunuyor, en naif yanından. İnsanlar anlatıyor. Zorla topraklarından ayrılmak zorunda kalanları, arada kalanları, bir denizin karşı kıyısına hep özlemle bakanları, bu topraklara kök salanları… Bir çocuğun dedesiyle ilişkisinden izliyoruz bu memlekette yaşananları. Bir çocuğun gözüyle seyrediyoruz bütün olup biteni; net, sahici ve iz bırakıcı bir biçimde… Çağan Irmak, kendi dedesinin hikayesini anlatmış esasında. Gerçek olduğunu bilince daha bir etkiliyor o’ üç şekerli insanlar’, ehlikeyif sofralar ve filmin sıcacık insanları… Çetin Tekindor, dede. Torununu en yalın biçimde seviyor o

Güzel Şeyler Bizim Tarafta...

‘Dünyayı olduğu gibi değil, olduğumuz gibi görürüz.’ demiş ya Hacı Bektaş Veli… Hepimiz durduğumuz yerden okuyoruz hayatı, gördüğümüz kadarıyla, bildiğimiz diller nispetinde… Ve hep en normal, en olması gereken ve en gerçek bizim hikayemiz zannediyoruz. Dinlediklerimizi, gördüklerimizi kendi sınırlarımızda demleyip, en leziz tada kavuştuk sanıyoruz ya… Doğruluğundan şüphesiz bir tavırla yudumluyoruz ya hani değerlerimizi, inançlarımızı… İşte Berkun Oya duruyor ve ‘Napıyorsunuz siz?’ diye soruyor. O kesin yargılarımızın, kibirli hallerimizin, dinlemeden yanından geçip gittiğimiz insanların hesabını soruyor. İnce ince. Kendini dinleterek. Güzel Şeyler Bizim Tarafta, son dönemde izlediğim en iyi oyunlardan biri! Bir camın ardından akıyor hikaye. Metafor değil, sahiden bir cam var seyirciyle oyuncu arasında. Elimizde kulaklıklarla salona girerken ne olacak acaba diye düşünmüştüm. Kulaklıkları taktık, camın ardında oyun başladı ve biz en ufak sesleri hissederek hikayenin içine yerleştik

Bayram Ola, Bayram Ola...

Bayramları seviyorum. Ritüelleri, sabahları erkenden başlayan günleri, özenli giysileri, ikramları, sonu gelmeyen ısrarları, bıkmadan tekrar tekrar kurulan cümleleri, yılda birkaç kez görüşülen uzak akrabaları, bir anda oluşuveren sessizlikleri, büyüklerin konudan konuya atlayabilme hızını, kalabalık sofraları … İnsana sinen o hevesli halleri, hepsini seviyorum. Bayram demek, yolculuk demek bir nevi… Memlekete, aileye, çocukluğa… Köyde bize bahçede ekmek pişiren Pakize teyzenin anısı demek, hayatta tanıdığım en iyi insanlardan birinin ,Ali Dayı’nın mezarında bir fatiha demek, çocukluğumun şu kocaman bahçesi meğer nasıl da küçükmüş demek, yürüdüğün yolları anımsamak, kurumuş ayak izlerine bakmak, kendine dönmek demek... Babanın gözlerinin içinde bir ışıltıyla lakin çok da renk vermemeye çalışarak sevinmesi demek, annenin hep bir telaş yemek yetiştirmeye çalışması, ‘Aman şunu da yemeden sakın gitme gurbet ele.’ demesi ve hep en sevilen yemeklerle donatılan masalar demek... ‘Bu bayramı da

Üstü Kalsın...

Hakan Gerçek ’i ilk sahnede izleyişim İş Sanat’ta bu sezona kadar her ay düzenlenen şiir dinletileriydi sanırım. Ardından Kenter Tiyatrosu’nda 39 Basamak’ta izlemiştim ve hayranlığım bir kat daha artmıştı. Ama beni en çok etkileyen oyunu, soğuk bir akşamda Akatlar Kültür Merkezi’nde izlediğim Van Gogh olmuştu. Kenter Tiyatrosu’ndan ayrılıp kendi tiyatrosunu kurmuştu ve ilk oyunu Van Gogh’tu. O akşam beni ne kadar etkilediğini, sarstığını nasıl anlatsam ki… Sonrasında arkadaşlarım Tiyatro Gerçek’teki atölyelere katıldılar. Buluşmalar, etkinlikler, oyunlar derken Hakan Gerçek’le tanışıp sohbet etme fırsatı bile buldum:) Oyunlarını, dinletilerini kaçırmamaya özen gösterdim, hayranlıkla takip ediyorum yaptıklarını. Geçen yıl, bu sezon için bir Cemal Süreya portresi hazırladığını öğrendiğimde inanılmaz sevindim. Van Gogh’tan sonra yine ortaya harika bir iş çıkacağına şüphem yoktu. O nedenle Üstü Kalsın’ın ilk gösterimine gitme hazırlıkları yapıyordum, ancak olmadı. Dinletiyi ikinci göst

Âh... Rüya...

'Sanman ki taleb-i devlet ü câh etmeğe geldik Biz âleme bir yâr için âh etmeğe geldik.' Kahverengi ve sarı tonları hakim etrafa. Kocaman bir odadayım, duvarları ve sınırları seçemiyorum. Nerede olduğumu bilmiyorum ama içimde inanılmaz bir huzur var. Üzerimde uzun bir elbise, saçlarım uzun, dalga dalga; yerde oturuyorum. Karşımda bugün türbesinde dua ettiğim o zat oturuyor. Yüzü yok. Ama bana baktığını biliyorum. Anlatmaya geldim diyorum. Konuşuyorum durmadan, içimde ne varsa anlatıyorum hiç durmadan. Beni nasıl kırdığını, canımın nasıl yandığını, şimdi nasıl soluksuz kaldığımı... Sakin ama aralıksız çıkıyor sözcükler ağzımdan, sanki yıllarca anlatıyorum. Dinliyor beni sessizce.... Bir nefes alıyorum, ah ediyorum... Karşımdaki o güzel yürekli adamın eşi geliyor yanıma ‘ Beddua etme kızım ’ diyor, ‘ Kalbin kirlenir! ’ Gülümsüyor bana. Ağlıyorum, içim sökülürcesine... Saçlarımı okşuyor... Ağlayarak uyandım. Gözümden süzülen yaşın tuzlu tadı dudaklarımda, kalkamadım bir süre yata

Van...

Güzel şeylerden bahsetmek istiyordum oysa… İzlediğim oyundan ilk olarak. İstanbul Devlet Tiyatrosu tarafından sahnelenen Kırmızı’dan. Ve şahane bir Woody Allen filminden, Midnight in Paris’ten. Ve sanattan, tutkudan, aşktan… Oysa bıçak gibi kesiliyor cümlelerimiz ölümle, zulümle ve felaketle... Van’daki deprem, yitirdiklerimiz, yıkılan evler… Sevdiklerini kaybedenler, evsiz kalanlar, soğukta çaresiz bekleyenler… Fotoğraflar, haberler… İnsanın içinde bir yeri fena titretiyor. ‘Ne yapmalı?’ diyorsun bu çaresizlik karşısında, ‘Hangi ucundan tutmalı acının?’ Sosyal medyada inanılmaz bir seferberlik başladı, pek çok gazeteci bölgeye gitti, anbean durumu ve ihtiyaçları bildiriyor. Boğaziçi Üniversitesi’nden öğrenci Yakup Kıyanç ve ünlü gazeteci Ahmed Tezcan öncülüğünde, valiliklerle birlikte ‘Evim Evindir Van Kampanyası’ başlatıldı. Evsiz kalanlara kapı açan, zorda kalanı kucaklayan bir kültürden geldiğimizi anımsatan adımlar atıldı. Pek çok sivil toplum kuruluşu, kamu kurumu ve belediye ta

Kısa Kısa...

* Pek çok şeyi ‘Yazmalıyım bunu!’ diye attım cebime ama işte hayat telaşı, koşturmaca derken hep erteledim. Dağıldı zihnim, unuttum, atladım. Yaşadığımla kaldım. Belki öylesi en makbuldür, kim bilir… Yine de iz bırakmak istiyor işte insan… * Fikret Kızılok, Attila İlhan, Fazıl Hüsnü Dağlarca ve daha nicesi… Sonbaharda bizi bırakıp gidenler… İyiki bu dünyadan geçmiş dedirtenler…‘ Çoğalmak neyse ne, azalmak zor! ’ demiş ya şair… * Bienal’den söz edecektim. 12.İstanbul Bienali . 13 Kasım’a kadar devam ediyor. İstanbul Modern’e mutlaka gidilmeli derim:) Antrepo 3 ve Antrepo 5 için birer gün ayırıp rahatça gezmek gerekiyor ama. Sonra Arter ’deki Kutluğ Ataman sergisi; yalın ve çarpıcı! Ve bence en gezilesi, Salt Beyoğlu’ndaki çalışmalar. İstanbul’a dair belge, video, kompozisyon… İstanbul’un farklı yüzlerini başka başka gözlerden görmek isteyenler kaçırmasın:) * Ege’nin insana iyi gelen bir yanı var. Ruhu doyuruyor sanki, dinlendiriyor… Ekimin ilk hafta sonu Eski Foça ’ya gittim, çok

İyiki Var Dedirten İnsanlardan Biri:)

İstediği şeyin peşinden giden insanlara hayranlık duyuyorum ben hayatta en çok! Sahip olduğu şeyin kıymetini bilen, yılmayan, çalışan ve üreten kişiler oluyor genellikle bu cesur insanlar. Ve nerede olurlarsa olsunlar duruşları, enerjileriyle fark yaratıyor, fark ediliyorlar. Bir ışık taşıyorlar. Bu ışığa sahip insanlardan biri Deniz. Deniz Özçelik. Sesiyle büyü yapan, aklından ve kalbinden akan melodilerle ruhunuzu doyuran, aklıyla, berraklığıyla insanı derinden etkileyen biri. Şimdi buralardan çok uzakta, Amerika’da dünyanın en saygın müzik okullarından birinde, Berklee College of Music ’te! Deniz’le Gaziantep’te kalabalık bir sofrada tanışmıştık. ‘Boğaziçili’ kontenjanından tanıştığım bu kız Boğaziçi Elektrik Elektronik Mühendisliğinde okuduğunu söylediğinde içimden ‘vayy be!’ demiştim. Sonra bana ‘vayy be!’ dedirtecek bambaşka hallerine şahit oldumJ Boğaziçi Elektrik Elekronik Mühendisliği gibi milyonlar arasından seçilen ilk 100’ün okuduğu, ağır bir bölümün yanı sıra konserv

Her Ömür Yarım Bir Hikaye Nihayetinde!

‘Gece oğlu gelmiş, o turmuşlar 3’e kadar, sohbet etmişler. Göğsüm ağrıyor demiş hafiften, dolanmış biraz evin içinde. Geçer demiş, yorgunluktandır. Sonra yatmışlar. Sabah ezanı namaza uyandırmaya gitmiş eşi yanına, ‘Hacı!’ demiş ‘Hadi uyan.’ Seslenmiş seslenmiş, ses vermemiş. Ölmüş yatağında…’ diye anlattı annem şaşkın bir ifadeyle. Bayram sabahıydı. Hem ‘tatil yahu uyusam azıcık’ hem de’ bayram sabahı ne uykusu yahu’ sesleri içimde, mahmur mahmur güne başlamaya çalışırken ölüm haberi duyunca kalakaldım öylece. Yüzünü anımsamaya çalıştım. Kocaman bir bahçede yürürken, en son yıllar evvel gördüğüm bembeyaz sakallı, güleç yüzü geldi aklıma. O bahçe nasıl da kocaman gelirdi bana, çocukken. Hiç bitmez sandığım, etrafı fındık ocaklarıyla dolu uzun taşlı bir yoldan varılırdı. İki katlı o köy evi, avlusu ve bahçesiyle ilkokulda resim derslerinde yaptığımız o uzak evlerin bendeki canlı karşılığıydı. Ve bahçesinde elinde ufak bir değnekle dolaşan Hacı Amca... Eski, bulanık bir anı...

Yalnızız.

Sabaha karşıydı. Gün doğmak üzereydi şehrin üzerine. Hafiften bir kızıllık ve sakinlik doluyordu açık pencereden odaya. Yüzünde anımsayan insanlara özgü bir derinlikle, benim tam neresi kestiremediğim bir noktaya dikti gözlerini, ‘Gülümsüyorken, neşeli görünüyorken nasıl da mutlu sanıyorsun. Oysa neler yaşıyormuş… Herkesin bir derdi var işte…’ dedi. Kim diye sordum, gıybete girer, boş ver dedi. Hikayesi ne peki diyecektim ki o birkaç kelime söyleyip sustu. Üstelemedim. Rüyalarımdan parçalar anımsadım. Yüzler geldi gözümün önüne, soracaktım aslında, tanıdığım biri mi yoksa şöyle mi yüzü diye, vazgeçtim. Saçma geldi. Kimse kim, rüyama girdiyse ne önemi var, artık vazgeç işaretler aramaktan dedim kendi kendime. Sustum. ‘Doğru…’ dedim ‘Herkesin bir derdi var işte…’ Kendi dertlerimi düşündüm. Neleri dert edindiğimi, nelere yetişmeye çabaladığımı, dışardan her şey tıkır tıkır işler görünürken benim nerelerde tökezlediğimi, bazen dizlerimin nasıl da kanadığını, yaralarımı… Sustuklarım

Ah güzel ülkem...

Birinin 9 aylık bir oğlu varmış, diğeri 20 gün önce evlenmiş, bir başkasının emekliliğine çok kısa bir süre kalmış… Hepsinin hikayesi –mış’lı geçmiş zamanla sonlandı şimdi. Pusuya düşürüldüler. Vuruldular. Öldüler. Kocaman kocaman cümleler kurmanın yeri değil. Hem hangi sözcük anlatabilir ki o hanelere düşen yürek acısını… Haberleri izliyoruz, hikayelerini okuyoruz, gözlerimiz doluyor, üzerine konuşuyoruz, kendi köşemizde kınıyoruz, bizim evimize uğramaz zannediyoruz ya hani… Ah yalan dünya… Allah kimseyi ‘can’ının acısıyla sınamasın… Nasıl da azalıyoruz…

Beni Bağrına Bas!

Arte r’deki ‘Beni Bağrına Bas’ adlı sergiye Temmuz başından beri gitmek istiyor ama türlü türlü bahanelerle nedense hep erteliyordum. Nihayet bu hafta sonu , bir ağaç altında serin serin sohbet ederken çok sevdiğim bir arkadaşımla, ‘e hadi gidelim’ dedik ve gittik. Son haftasındaki bu sergiyi henüz görmediyseniz kaçırmayın derim, az vaktiniz var:) Beni Bağrına Bas( Hold Me Close To Your Heart), Avustralyalı sanatçı Patricia Piccinini ’nin birbirinden farklı eserlerinden oluşuyor. Video, heykel, kompozisyon, çizim gibi çalışmalardan oluşan sergi insanı sarsan, sorgulamalara vesile bir yolculuğa çıkarıyor. Arter’e girer girmez ilk dikkatinizi çeken sandalyelerin tepesinde her an düşecekmiş gibi duran bir çocuk oluyor. ‘Gözlemci’ adlı eserinde hiç de sağlam görünmeyen sandalyeler üzerinden bir çocuk meraklı gözlerle aşağıya bakıyor. Nasıl masum, nasıl hevesli bir yüz ifadesi var! Ve o tedirgin duruşu sandalyelerin, ah dedirtiyor insana, biz çocuklarımızı nasıl bir dünyanın kıyısınd

Özlersin elbette...

Güneş batıyordu, olanca kızıllığı şehrin üzerinde, ağır ağır el çekiyordu gündelik telaşlarımızın üzerinden. Kadıköy’de bir terastan Boğaz’a bakıyordum. Kalabalık bir sohbetin ortasındaydım esasında. Kurmaca metinlerden, roman kahramanlarından, Türkiye’de edebiyatçı olmaktan bahsediliyordu. Hikayeler geçiyordu aklımdan; okuduklarım, dinlediklerim, uydurduklarım… Kendi var ettiğim kahramanları düşündüm bir de… Usulca yanımda oturan kocaman yürekli arkadaşıma döndüm, ‘Çok korkuyorum ya özlersem diye…’ dedim. Kimse duymadı, kalktık o masadan. Hep beraber başka bir sokağa yürürken, adımlarını yavaşlattı arkadaşım, yanıma sokuldu, ‘Özleyeceksin tabi.’dedi ‘Özleyeceksin elbette…’ ‘Korkma ama!’ diye göz kırptı. Yürüdüm ağır adımlarla. Vazgeçtiğim o noktayı düşündüm. Kolumda serumla hastane odasında yatarken telefonuma düşen mesajları… İlgi , yardım isteyen cümlelerin arasında bir ‘sen nasılsın’ın yer almayışını… Uykuyla uyanıklık arasında verdiğim yanıtlara karşılık verilen kızgın cümleleri…

Suret...

‘Ne şeker bir insansın.’ Diyor biri, diğeri ‘Kendine hayransın bence.’ Diye başlıyor söze, bir başkası ‘Anaçlığına imreniyorum biliyor musun…’ deyiveriyor bir akşamüstü sohbetinde ve bir diğeri samimiyetimi sorguluyor çok kibar cümlelerle… Ve daha bir sürü göz farklı farklı okuyor beni, her birinden bambaşka cümleler duyuyorum. Afallıyorum bazen. ‘Hangisi benim yahu? ‘ diye soruyorum kendime, uzun uzun düşünüyorum söylenenler üzerine… Ve bana dair kurulan hiçbir cümle için ‘yok yahu, asla öyle değilim ben!’ deyip geçemiyorum. Bütün o iyi, kötü sıfatların ,ama az ama çok, bir karşılığı var içimde. Şefkat, zalimlik, kibir, anaçlık, iyiniyet, saflık, bencillik, samimiyet, masumiyet, kin, yalnızlık, tutku, boşvermişlik, duyarlılık…. Ve daha aklıma gelmeyen ama birbirimizin yüzünde okuduğumuz o bambaşka duyguların farklı farklı tonları var aslında içimde. Bazen iyiyim bazen kötü, bazen anaç bazen bencil, bazen yapay bazen sahici… Hangimiz farklıyız ki? Hangimizin içindekiler tek taraflı? M

Boşluk...

İstanbul yapış yapış sıcak. Akşamüstü. Tatlı tatlı esen bir ağaç altı bulmuşuz kendimize, oturmuş kahvelerimizi yudumluyoruz. Gündelik telaşlardan, uğraşlardan ve küçük sıkıntılardan söz ediyoruz. ‘Aman be! ‘ diyorum boşvermiş bir edayla ‘Herkesin ne çok, ne çok derdi var. Kimse mutlu değil mi yani?’ Kısa bir sessizlik oluyor. Yoldan gelip geçenlere dikiyoruz gözlerimizi. Karşıdan orta yaşlarda bir çift geliyor, elele. Arabalarına binmek üzere davranıyorlar, nasıl da mutlu görünüyorlar… Tam mutluluklarına imrenecekken ‘Kızları öldü.’ diyor arkadaşım, şaşırıp bakıyorum suratına. ‘Bir ay içinde, kanser teşhisi kondu ve öldü. Ben hep giderdim dükkanlarına, sonrasında gidemedim, nasıl başsağlığı dileyeceğimi bilemedim çünkü’ diyor ve devam ediyor ‘Bak, şimdi, uzaktan, hiç belli olmuyor o aileden birinin yokluğu.’ Öylece kalıyorum. Oysa ben elele duruşlarına, akşamüstü yan yana yürümelerine, ellerinde torbalarla arabalarına süzülüşlerine imrenmiştim. Ah demiştim bak ne sakin, ne hu

Durmak gerek bazen, biraz...

Nasıl da hızlı akıyor zaman! Bir koşturmaca, bir telaş, sürekli bir şeylere yetişme derdi… Bunu yapmalıyım, şuna yetişmeliyim, onu da görmeliyim halindeyim nicedir. Ve en çok yazı yazmayı ihmal ettim galiba. Anlatacak öyle çok şey oluyor ki… Yazmalıyım mutlaka diyorum, sonra koşturmaca arasında sözcükler de savruluyor zihnimden, zaman akıp gidiyor ve yazı içimde kalakalıyor. Oysa durmak lazım. Demlemek gerek görüleni, duyulanı, hissedileni… Sakin, ferah zamanlar yaratmalı insan kendine! Tekrar anlatmak istiyorum ben, o hevesli hallerimi özlüyorum. E, bu yazı da ilk adım olsun öyleyse, yeniden:)

'Yaşamımın tüm sesi seninle kalsın!'

‘ Sana tüm şiirlerimi banda kaydedeceğim. Yaşamımın tüm sesi seninle kalsın.’ Diyor Nazım Vera’ya. Vay be, diyorum. Bir erkek yaşamının tüm sesini emanet etmek istiyor bir kadına. Aşk mıdır, yoldaşlık mıdır yoksa benim uzaktan anlayamayacağım bir şey mi paylaştıkları bilemem ama bir ömrün sözcüklerini beraberce yüklenebilmeyi isteyebildiklerine göre oldukça ‘başka bir şey’ olmalı aralarında örülmüş olan o yol. İki kişilik bir yolculuğu sözcüklere sığdırıp ölümsüz kılmış Nazım. Ne anlamlı, ne etkileyici ve nasıl da sahici! Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları ve YKY ortaklaşa bir çalışmaya imza atmışlar ve bizlere Nazım’ın şiirlerini kendi sesinden duyma fırsatı sunuyorlar. İşte Nazım Hikmet- Büyük İnsanlık kitabı elimde birkaç gündür. Ve Nazım’ın sesi kulağımda. Vera’ya adayıp ölümsüz kıldığı sözcükler, gurbet ve memlekete dair dizeler geziniyor içimde. Ve bir ömrün tüm sözcüklerini emanet etmek istemenin ne kadar da derin,naif ve dokunaklı olduğunu düşünüyorum. Anladım, yalnız yürü

Cahildim Dünyanın Rengine Kandım...

Türkü dinlemeyi çok severim. Kaynağını aldığı yörenin, uzak memleketlerin, bazen hiç görmediklerimizin ama esasında hep içimizdekinin kokusunu taşır türküler bence. Kalbime en çok dokunanlar var bir de… Şimdi ilk anda hepsini sayamam elbette ama listenin başını çekenlerden biri ‘ Evvelim Sen Oldun ’ diyebilirim. ‘ Cahildim dünyanın rengine kandım ’ diye başlayan türkü hani… Dinlemediyseniz mutlaka dinleyin derimJ Neşet Ertaş’ın sesinden dinleyin hem de. Nasıl da dokunur yüreğe o ses… Geçtiğimiz hafta sonu İş Sanat’taki Neşet Ertaş konserine gittim. Ve neden türkü dinlemeyi sevdiğimi bir kez daha anımsadım. Çünkü her şey vardı orda! Bilgelik, hüzün, coşku, keder, yaşanmışlık, aşk, acı, umut… Koca dünyanın da bir insanın da içinde taşıyabileceği her duygu var çünkü türkülerde. Anlatmanın biraz memleketli hali galiba türküler. Yani sanatçının yarattığı ürünün evrenselliğini gölgelemese de, ki muhakkak gök kubbe altında farklı farklı yansımaları olacaktır türküler ses buldukça, anlatını

İnsanın İnsana Ettiği...

Serin bir akşamüstü. İstanbul gri. İçimdeki renkler birbirine karışmış. Ne haldeyim bilmiyorum. Kafamda milyon tane soru. Canım sıkıldığında hep yürürüm ben; şimdi de öyle yapıyorum. Hızlı adımlarla yürüyorum, ellerim ceplerimde. Akşam rüzgârı yüzüme vurdukça yeni bir soru çıkıveriyor karşıma sanki. Savruluyorum oradan oraya. Nicedir kalbime yük ettiğim ne varsa aklıma üşüşüyor. Üşüyorum. Sessizlikten sıkılıyorum. Ama en çok, yalnız yürümekten… İçimdeki yazar dürtüveriyor beni. Eski hikâyemi anımsamak için çabalıyorum. Sonunu zaten bildiğim öyküde yaratıcı yazarlığa soyunuyorum. Ne beyhude çaba! Sonra dank ediyor birden kafama. Ağdalı cümlelerden, uzun tasvirlerden, bir türlü anlatılamamış karakterlerden sıkılıyorum. Sözcüklerle anlatıyorum derdimi. Bildiğim kelimeleri sıralıyorum, yine özenle ve içimden geldiği gibi… Ama işte, o sonu başından belli hikâye bitmiyor öyle. Dağılıyor, savruluyor. Kahraman acı çekiyor sürekli, okuyucu sıkılıyor; saçmalıklar birbirini kovalıyor. Lafı evel