Sabah Yürüyüşü...

Sanırım şu hayatta bana en iyi gelen şeylerin başında sabah yürüşü var. Bayılıyorum gün daha yeni doğmuş, şehir daha yeni uyanırken sokakta ya da sahilde yürüyüş yapmaya.

Kulaklıklarımı takıp gününe göre 5 ya da 6 bazen 7 km yürüyorum.  Mevsim ve günün aydınlanma saati belirliyor yürüyüş dilimi ve süremi aslında. Güneş doğmuş, hava aydınlanmışken atıyorum kendimi sokağa...-Geçen kışlarda uygulanan saçma saat mevzusu beni mahvetti bu arada, 1-2 senedir tüm yürüyüş düzenim mahvoldu; hatta yok olmuştu, yeniden başlamaya çalışıyorum ;)-

Bu aralar evden çıkış saatim 6:15-6:30 arası oluyor. Sahile inip 1 saat kadar yürüyüp eve dönüyorum; hızlıca bir duş, bazen kahvaltı, şanslıysam kahve ve koşarak ofise gidiyorum. Ve sabah koşturmacasından sonra işyerinde bilgisayarın başına oturduğum ilk iki üç dakikada dinlenip şöyle bir soluklanıyorum.



"Nasıl yapıyorsun?" diyor sabah instagram paylaşımlarımı görenler. Ofise gitmeden, sabahın kör vakti, uyumak yerine neden kalkıp yürüyorsun. "Akşam yap yahu." diyor biri; "uyusana kızım deli misin?" diyor öteki; Cemal her akşam "ben de seninle yürüyeceğim yaa..." diyip her sabah ısrarla uyuyor.

Ben de soruyorum kendime, deli miyim ben, zorum ne sabahın köründe, diye.

İyi geliyor, çünkü.

Şehrin uyanışını seyretmek, kendimi dinlemek, hareket etmek... Acayip iyi geliyor.

O yüzden bir rutinim olsun, her mevsim sokağa çıkayım, her sabah yürüyüş yapayım istiyorum.

Ama olmuyor, tabi. Çünkü her zaman olmaz.
Yok, bahanelere sığınmak değil niyetim! Ben sadece, yine sabah yürüyüşlerimde idrak ettiğim bir şeyi anlatmaya çalışıyorum.

Kendimi dinlemenin gücü, her şeyden, sabah yürüyüşünden bile büyük. Kendi bedenimi, içinde bulunduğum an'ın duygusunu, ihtiyaçlarımı, önümdekileri-ardımdakileri, durduğum yeri ve hissettiğim şeyleri dinlemekten bahsediyorum. Kendini dinleyip de karar vermek, insanın hayatta atacağı en sağlam adımların vesilesi oluyor.

Ve insan kendine bakarken, her zaman mükemmel, güçlü, başarılı, bakımlı, akıllı, alımlı, zeki, parlak, şahane... birini görmüyor! İçinin kirli yanı, dağınıklığı, zayıflıkları, haytalığı, kötülüğü, bayağılığı, şirretliği, saçmalığı, acziyeti.... bir dolu halı altına süpürülmüş şey çıkıyor karşısına. Olmam sandıklarını derininde bir yerde taşıdığını, yaparım dediklerini yapamayacağını, en güçlüyüm diye bildiğin yerden sınıfta kaldığını farkediyorsun bazen.

O kısa ve kesin farketme anı işte, kocaman iki kapının ortası. Hangi kapıyı açarsan, nereye varır bilmiyorsun. Biri gri bir reddediş toprağına akıyor. Özünü, içini, kendini reddedip "başka biri olma oyunu" oynuyorsun. Belki mutlu mesut, belki aksayarak geçiyor hayat. Diğer kapı, bir kabul etme hali sunuyor karşına. Kendini, sana ait olanı, sahip olduklarını; her hali ve her şeyiyle kabul ediyorsun. Affediyorsun kendini. En çok da sevmeyi öğreniyorsun, kendini sevmeyi. Adım adım, yeni bir dili öğrenir gibi; yavaş yavaş öğreniyorsun, kendini sevebilmeyi.

Zor bir yol. Hangi kapının ardından gidersen git; kendinden uzaklaşmak da kendini de sevmek de, zorlayıcı.

Yine de zorluğa değen yol, kabul etme halinde gibi geliyor bana. İnsanın kendi cennetine varacağı yol, o kapı ile başlıyormuş gibi...

Şimdi, bunlar nereden aklına geldi, derseniz...

Yine bir sabah yürüyüşünden payıma düştü.

Bu sabah, saat 5:50'de kalktım, hazırlandım, ayakkabılarımı giyip evden çıktım. Ayaklarım ağırdı sanki ve kafam bulanık. İçimden gelmiyordu, yürümek. Biraz zorladım kendimi, sahile indim. Hareketli müzikler açtım. Olmadı, bir türlü ikna edemedim kendimi. Tuvaletim geldi. mızmız bir çocuk gibi hissettim. Yanımda velim olsa, söylenecektim. Baktım kendimle didişiyorum; "Ne yapıyorsunuz siz?" dedim. Dışarıdan bakan gözüm "yürüsene kızım, 5 km'den öne eve dönme sakın, azim, irade, her gün bir öncekinden iyi olmalı, zaten başarılı insanlar hep böyle yapar, sakın pes edilmez...."diye aklımı kemiriyordu. İçimse küskün ve sessiz bir çocuk gibi, yapmak istemediği bir şeyden hoşnutsuz, yürümüyor, sadece kendini sürüklüyordu.

Dur, dedim, o an. Neylan'ın koçluk görüşmelerimizde söylediği şeyleri anımsadım. Ne zaman "-meli/malı, lazım, gerekli, zorunda...vs" gibi cümleler kursan ya da duysan, bil ki onlar senden değil, dışarıdan gelen, öğrendiğin ya da ithal ettiğin şeylerdir, demişti.

Uzun mevzu bu konu, ama dank etti o an işte. İçime baktım. Sadece kendi sesimi duymaya çalıştım.
Yürümek istemiyorum, diyordum.

Eve döndüm. Sadece 20 dakika ve 1-2 km yürümüştüm. "Değdi mi yani uyandığına? yürüseydin ya bir işe yarardı kalktığın, en az 5km yürümek lazımdı.." diye konuşmaya başlayacaktı ki kafa sesim, susturdum onu. Bir kahve koydum. Duş aldım. Durdum uzun uzun.

Yapmama hakkımı kullandım bu sabah.

Ve ben bu sabah yürümedim diye, daha kötü-daha az yürüyüşsever-daha mutsuz-daha güçsüz-daha daha daha..... biri olmadım. Sadece, bu sabah yürümeyi istemeyen biri'ydim. Bu kadar.

Olduğum gibi bir sabahtı.
Kendimi dinledim.

Yürümedim.

Yorumlar

  1. Sabah uyumak da bir harika; şöyle bir gözün açılmadan dağ tarafından sol tarafına dönüp birazda öyle uyumak.
    Saat kurmadan, vücudunun uyandığı saatte uyanmak ve sadece canının istediği zaman yürümek.
    Aslında senden alınmış bazı saat aralıklarını (9-18) sadece kendin doldurmak.
    Bence uyumak da güzel, güzel :)

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Osman ve Yeniden Kitap Kulübü

Ev...

Hafta Sonu Yeşil Bir Kaçış: Ortanca Evleri